Question |
Answer |
•kanunlaştırmak, •bir hikaye/oyun icra etmek, oynamak, sahnelemek çıkarmak(yasa), yasallaştırmak, kanunu yürürlüğe sokmak Bu yasa ne zaman yürürlüğe girdi? start learning
|
|
When was this legislation enacted?
|
|
|
•(yasa, kural) tatbik etmek, yerine getirmek, yürürlüğe koymak, etkinleştirmek •sağlamak, uygulamak, yürütmek, durumu kabul ettirtmek •Yasayı uygulamak polisin görevidir. •Yeni öğretmen disiplini uygulayamadı. start learning
|
|
•It is the duty of the police to enforce the law. •The new teacher failed to enforce discipline.
|
|
|
•cesaretini kırmak, vazgeçirmek, hevesini kırmak •önlemeye çalışmak, önüne geçmek caydırmak, gözünü korkutmak Onun cesaretini kırmak istemedim. start learning
|
|
I didn't mean to discourage her.
|
|
|
•ilham vermek, esinlemek •teşvik etmek, duygu aşılamak, isteklendirmek •uyandırmak, telkin etmek, aşılamak telkin etmek, aşılamak, uyandırmak •Televizyon draması gerçek bir hikayeden esinlenmişti. •Okuldaki bir drama öğretmeni, Sam'e oyuncu olması için ilham vermişti. •Ekibinde büyük bir sadakat uyandırıyor. start learning
|
|
inspire in/with •The television drama was inspired by a true story. •A drama teacher at school had inspired Sam to become an actor. •He inspires great loyalty in his staff.
|
|
|
•harekete geçirmek, uyandırmak •uyandırmak, tahrik etmek/olmak (cinsel) uyuyan devi uyandırmak Oldukça ilgi uyandıran bir konu. start learning
|
|
It's a subject which has aroused a lot of interest.
|
|
|
kaynaklanmak, ... dan/de/ile başlamak; kaynaklanmak, çıkmak belirli bir yerden veya kişiden gelmek veya belirli bir dönemde başlamak •Turunçgiller Çin ve Güneydoğu Asya menşelidir. •Bu söylentinin kaynağını bulmaya niyetliyim. start learning
|
|
originate from/in/with •Citrus fruits originated in China and Southeast Asia. •I intend to find out who originated this rumour.
|
|
|
•bahsetmek, değinmek, alıntı yapmak •mahkemeye çağırmak, mahkeme celbi göndermek •Doktor, ilacı aldıktan sonra hayatını kaybeden bir kadının vakasına değindi. •Yerel bir çiftçinin çevre standartlarını ihlal ettiği belirtildi. start learning
|
|
•The doctor cited the case of a woman who had died after taking the drug. •A local farmer was cited for breaking environmental standards.
|
|
|
sağlamlaştırmak, pekiştirmek, takviye etmek güçlendirmek •(iş) birleş(tir)mek, birlik oluşturmak, güçlenmek •Bankacılık dünyasındaki konumunu sağlamlaştırması biraz zaman alacaktır. •İşlerini büyük bir şirkette birleştirdi. start learning
|
|
•It will take him some time to consolidate his position in the banking world. •He consolidated his businesses into one large company.
|
|
|
birini kötü bir şeye uğratmak, hoş olmayan bir şeyin olmasına neden olmak vermek, yüklemek, uğratmak, acı çektirmek •Sana asla böyle acı çektirmezdim/vermezdim. •Böyle bir politika, ciddi zorluklara ve acılara neden olur. start learning
|
|
inflict st on sb/sth •I would never have inflicted such suffering on you. •Such a policy would inflict severe hardship and suffering.
|
|
|
mecbur etmek, zorlamak, zorunda bırakmak zorlamak, cebir uygulamak, zorla yaptırmak İşinden istifa etmek zorunda hissetti. start learning
|
|
He felt compelled to resign from his job.
|
|
|
•bulmak, keşfetmek, ortaya çıkarmak, gün ışığına çıkarmak •gizli/saklı bir şeyi bulmak/keşfetmek toprağı kazıp çıkarmak, kazı ile meydana çıkarmak •Çin'de binlerce dinozor kemiği ortaya çıkarıldı. •Muhabirler, suç faaliyetine ilişkin kanıtlar ortaya çıkardı. start learning
|
|
•Thousands of dinosaur bones have been unearthed in China. •Reporters unearthed evidence of criminal activity.
|
|
|
•sömürmek, hakkını vermemek •kullanmak, yararlanmak kendi çıkarı için kullanmak, istismar etmek, sömürmek, faydalanmak •Sömürülüyormuş gibi hissettim. •Sahip olduğumuz tüm kaynakları tam olarak kullanmıyoruz. start learning
|
|
•I felt as though I was being exploited. •We are not fully exploiting all the resources that we have.
|
|
|
•baskın çıkmak, üstün gelmek, etkin olmak •yaygın olmak, egemen olmak, hâkim olmak ikna etmek, baskın çıkarak zorlamak, istemediği hâlde yapması için zorlamak •Yalnızca sağduyunun hakim olacağını (üstün geleceğini) umabiliriz. •Bu alandaki çeteler arasında silah kullanımı yaygındır/hakimdir. start learning
|
|
prevail on/upon sb to do sth •We can only hope that common sense will prevail. •The use of guns prevails among the gangs in this area.
|
|
|
bölmek, araya girmek, sekte vurmak, engellemek, bozmak Diğer çocukları rahatsız ediyor ve sınıfı/dersi bozuyor. start learning
|
|
He disturbs other children and disrupts the class.
|
|
|
tasvir etmek, göstermek, tanımlama, dile getirmek, betimlemek Çizgi film, başkanı bir vampir olarak tasvir ediyor/gösteriyor. start learning
|
|
The cartoon depicts the president as a vampire.
|
|
|
•lav püskürmek, (yanardağ) patlamak •aniden şiddetle olan/vuku bulan, patlak vermek patlamak, feveran etmek, birden kendinden geçmek, çılgına dönmek *İkinci golü attığında tüm stadyum patladı/çılgına döndü. Cuma gecesi şehirde şiddet patlak verdi. start learning
|
|
*The whole stadium erupted when he scored the second goal. Violence erupted in the city on Friday night.
|
|
|
tasarlamak/tasarımını yapmak, icat etmek Öğrencilerin yarı zamanlı çalışmalarına izin verecek bir plan tasarladılar. start learning
|
|
They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.
|
|
|
anlam/sonuç/mana çıkarmak Ziyaretçi beklediği bardak sayısından anladım. start learning
|
|
I inferred from the number of cups that he was expecting visitors.
|
|
|
•bir şeyi başka bir şeye yormak, bağlamak, atfetmek •bir şeyi birine atfetmek, yormak, bağlamak, maletmek özellik, nitelik, hususiyet, karakteristik •Başarısını sıkı çalışmaya bağlar. •Bu çizim Picasso'ya atfedilmiştir. start learning
|
|
•attribute sth to sth •attribute sth to sb attribute •He attributes his success to hard work. •This drawing has been attributed to Picasso.
|
|
|
•aydınlatmak, ışıklandırmak •açıklamak, aydınlatmak, ışık tutmak •Parlak güneş ışığı sahneyi aydınlattı. •Yorumları, bir yazarın çalışmasının bazı yönlerini unutulmaz bir şekilde aydınlatabilir. start learning
|
|
•Brilliant sunshine illuminated the scene. •His comments can illuminate aspects of a writer’s work unforgettably.
|
|
|
aydınlatmak, bilgi vermek, açıklık getirmek Bu konularda halkı aydınlatmak gibi bir görevi olduğuna inanıyor. start learning
|
|
He believes he has a duty to enlighten the public on these matters.
|
|
|
(işe yaramayan şeyi) atmak, ıskartaya çıkarmak, kurtulmak, gözden çıkarmak atılmış yiyecek ambalajları Çete saldırıdan sonra silahlarını attı. start learning
|
|
discarded food wrappers The gang discarded their weapons after the attack.
|
|
|
atıp kurtulmak; elden çıkarmak; ... den/dan kurtulmak, elden çıkarmak Lütfen çöpünüzü dikkatlice atın. start learning
|
|
Please dispose of your litter thoughtfully.
|
|
|
kendini tutmak/frenlemek, çekinmek/sakınmak, kaçınmak geri durmak Gösteri sırasında lütfen konuşmaktan kaçının. start learning
|
|
Please refrain from talking during the performance.
|
|
|
•değiştirmek, hafif değişiklik yapmak •yer/yön değiştirmek •vites değiştirmek değişim, değişme •vites değiştirmek •Vurguyu hastalığı iyileştirmekten önlemeye kaydırmaya çalışıyoruz. •Koltuğunda rahatsız bir şekilde kıpırdandı. start learning
|
|
to shift gears •We are trying to shift the emphasis from curing illness to preventing it. •He shifted uncomfortably in his seat.
|
|
|
bildirmek, belirtmek, anlamına gelmek, göstermek, ifade etmek Kırmızı, tehlike bildirir. start learning
|
|
/ˈsɪɡnɪfaɪ/
|
|
|
-den vazgeçirmek/caydırmak, yıldırmak Hırsızları caydırmak için yeni güvenlik önlemleri getirdik. start learning
|
|
We have introduced new security measures to deter shoplifters.
|
|
|
umutsuzluğa düşürmek, perişan etmek, dehşete düşürmek, korkutmak mutsuzluk, şaşkınlık, korku, endişe Davranışlarında beni en çok korkutan şey kabalıklarıydı. start learning
|
|
What dismayed me most about their behaviour was their rudeness.
|
|
|
yararlanmak, faydalanmak kullanmak, istifade etmek yararlanmak, faydalanmak Vitaminler vücut tarafından kolaylıkla kullanılabilen bir formdadır. start learning
|
|
The vitamins come in a form that is easily utilized by the body.
|
|
|
rastlamak, ile rastlaşmak, çakışmak, örtüşmek, aynı zamana rastlamak Grubun Amerika turnesi ikinci albümlerinin yayınlanmasıyla aynı zamana denk geldi. start learning
|
|
/ˌkəʊɪnˈsaɪd/ The band's American tour coincided with the release of their second album.
|
|
|
Geçen yıl kendisine kanser teşhisi kondu. start learning
|
|
She was diagnosed with/as having cancer last year.
|
|
|
alışmak, kendini bir şeye alıştırmak kendini bir şeye/bir şeyi yapmaya alıştırmak Akşamın ilerleyen saatlerinde yemek yemeye alışması gerekiyordu. start learning
|
|
accustom, accustom oneself to something accustom yourself to sth/doing sth She had to accustom herself to eating later in the evening.
|
|
|
-e uymak, -e riayet etmek, razı olmak itaat etmek, razı olmak, muvafakat etmek Pilot, alçalma talimatlarına uydu. start learning
|
|
The pilot complied with instructions to descend.
|
|
|
•idam etmek; (ölüm hükmünü) infaz etmek •yapmak, icra etmek, yerine getirmek start learning
|
|
He was executed for murder.
|
|
|
(akışı) durdurmak/yavaşlatmak, engel olmak, önlemek, artışını engellemek sap, kök, (ağaç) gövde Yeni prosedürlerin ülkeye uyuşturucu akışını durdurması amaçlanıyor. start learning
|
|
The new procedures are intended to stem the flow of drugs into the country.
|
|
|
vermemek, alıkoymak, esirgemek, saklamak Şirket, iş bitene kadar ödemeyi durdurma kararı aldı. start learning
|
|
The company has decided to withhold payment until the job has been finished.
|
|
|
•fikir/görüş alışverişinde bulunmak, fikir teatisi etmek •vermek, sunmak, bahşetmek ile görüşmek, müzakere etmek, danışmak, görüşmek Avukatlarımla görüşmem gerekecek. start learning
|
|
I'll need to confer with my lawyers.
|
|
|
koşul öne sürmek, şart koşmak; yapılması gerekeni tam olarak söylemek, ön görmek şart Kurallar sigara içmenin yasak olduğunu belirtiyor. start learning
|
|
The rules stipulate that smoking is not allowed.
|
|
|
isyan etmek, ayaklanmak, başkaldırmak, karşı gelmek, kafa tutmak tiksinme, iğrenme, nefret etme Halk zalim krala karşı ayaklandı. start learning
|
|
The people revolted against the cruel king.
|
|
|
yükseltmek, iyileştirmek, geliştirmek, ıslah etmek, terfi ettirmek, yükseltme, iyileştirme •Bu programları çalıştırmak için 512Mb RAM'e yükseltmeniz gerekecektir. •Sizi işletme sınıfına yükseltebiliriz. start learning
|
|
•You’ll need to upgrade to 512Mb RAM to run these programs. •We can upgrade you to business class.
|
|
|
telafi etmek, yerini tutmak, tazmin etmek, zararını karşılamak, tazminat ödemek Kazanın kurbanlarına yaraları için tazminat verilecek/tazmin edilecek. start learning
|
|
Victims of the crash will be compensated for their injuries.
|
|
|
•(yetki, güç, nüfuz vb.) uygulamak, kullanmak, tatbik etmek •zorlamak, çaba sarfetmek, çabalamak, kendini zorlamak baskı yapmak •Anne babam okulda başarılı olmam için bana çok baskı yaptı. •Kendini fazla zorlayamayacak kadar hastaydı. start learning
|
|
•My parents exerted a lot of pressure on me to do well at school. •She was too sick to exert herself much.
|
|
|
güvenmemek, itimat etmemek güvensizlik, kuşku, itimatsızlık Kendi kendine, ona güvenmemesi için bir neden olmadığını söyledi. start learning
|
|
She told herself she had no reason to mistrust him.
|
|
|
kökünü kurutmak, yok etmek, kökünden kazımak/kurutmak, imha etmek Enflasyon asla ekonomiden tamamen ortadan kaldırılmayacaktır. start learning
|
|
Inflation will never be completely eradicated from the economy.
|
|
|
azaltmak, tüketmek, boşaltmak, kurutmak Alkol, vücuttaki B vitaminlerini tüketir. start learning
|
|
Alcohol depletes the body of B vitamins.
|
|
|
•fethetmek, ele geçirmek, zaptetmek •yenmek, başetmek, üstesinden gelmek •Peru, 1532'de İspanyollar tarafından fethedildi. •Sonunda örümcek korkusunu yendi. start learning
|
|
•Peru was conquered by the Spanish in 1532. •He has finally conquered his fear of spiders.
|
|
|
dizginlemek, zaptetmek, engel olmak, frenlemek, alıkoymak, mâni olmak •sınırlamak, gem vurmak, dizginlemek zaptetmek, frenlemek Ona bağırmaktan kendimi alıkoymak zorunda kaldım. start learning
|
|
I had to restrain myself from shouting at him.
|
|
|
•sinyal vermek, işaret etmek, işaretle bildirmek •işaret vermek, göstermek, işaretini vermek, hazır olduğu işaretini göstermek işaret, sinyal Sessiz olmalarını işaret etti. start learning
|
|
He signalled for them to be quiet.
|
|
|
•(hastalık) bulaştırmak, enfekte etmek, geçirmek •etkilemek, aynı şeyleri hissetmesini sağlamak, kanına girmek •Virüs binlerce kişiye bulaştı. •Genel heyecandan etkilendiler. start learning
|
|
•Thousands of people were infected with the virus. •They became infected by the general excitement.
|
|
|
yıllar içinde diğer canlı türlerinden türeyerek gelişmek Bu eşsiz bitkiler milyonlarca yıldır bozulmadan evrimleşti. start learning
|
|
These unique plants evolved undisturbed for millions of years.
|
|
|
•ekip biçmek, toprağı işlemek, (tarlayı) sürmek •bir şeyi geliştirmek, ilerletmek •Bu çalı, Avrupa'da yemek pişirmede kullanılan bir bitki olarak yetiştirilmektedir. •Zorlu bir müzakereci olarak bir imaj geliştirdi. start learning
|
|
•This shrub is cultivated in Europe as a herb used in cooking. •She has cultivated an image as a tough negotiator.
|
|
|
•uzlaşmak, anlaşmak, orta yol bulmak •isteklerinden feragat etmek/fedakârlıkta bulunmak, istemediği halde yapmayı kabul etmek, taviz vermek uzlaşma, uyuşma, anlaşma, orta bir yol bulma, taviz •haysiyetine/onuruna gölge düşürmek, şerefini tehlikeye atmak •Taze malzemelerden asla taviz vermem. •İlkelerimden ödün vermeyi reddediyorum. start learning
|
|
compromise yourself •I never compromise on fresh ingredients. •I refuse to compromise my principles.
|
|
|
•mahcup etmek, (manen) mahvetmek, alt etmek, ezmek •(duygu, durum) kapılmak, etkisi altına almak, şaşkına çevirmek/döndürmek kapılmak, şaşkına çevirmek *Yaptıkları fedakarlıklar karşısında şaşkına döndük. •Hepsinin heyecanı onu şaşkına çevirmişti. •Tom’u mahcup etmek istemiyoruz. start learning
|
|
overwhelm by *We were overwhelmed by the sacrifices they had made. •She was overwhelmed by the excitement of it all. •We don't want to overwhelm Tom.
|
|
|
(bilhassa suça) bulaştırmak, karıştırmak, sokmak, töhmet altında bırakmak birini olumsuz bir şeye karıştırmak Son uyuşturucu skandalına iki kıdemli polis karıştı. start learning
|
|
Two senior officers are implicated in the latest drugs scandal.
|
|
|
(seviye, mevki) erişmek, elde etmek, kazanmak, ulaşmak öğrenmek, elde etmek, kazanmak Yüksek bir zindelik seviyesine ulaştı. start learning
|
|
She's attained a high level of fitness.
|
|
|
korumak, güvence/garanti altına almak; muhafaza etmek, himaye etmek bir şeye karşı önlem/tedbir almak; ... dan/den korumak Dünya liderlerinin çevreyi korumak için bir plan üzerinde anlaşabileceklerini umuyoruz. start learning
|
|
safeguard against sth *A good diet will safeguard against disease. We hope that world leaders can agree on a plan to safeguard the environment.
|
|
|
teklikeye/riske sokmak/atmak Kötü hava tüm planlarımızı tehlikeye atabilir. start learning
|
|
Bad weather could jeopardize all our plans.
|
|
|
•rota beilrleyerek doğru yolda ilerlemek; rotasında götürmek, yolunu bulmak •karmaşık bir sistemi başarıyla kullanmak •yolculuk yapmak, geçmek (askeri, teknik) deniz yolculuğu yapmak, gemi ile gezmek rota beilrleyerek doğru yolda ilerlemek; rotasında götürmek •Bir harita ve pusula kullanarak yön bulduk. •Birkaç kat merdiven gitmek zorunda kaldık. start learning
|
|
•We navigated using a map and compass. •We had to navigate several flights of stairs.
|
|
|
yeniden canlandırmak, yaratmak Japonya'da tipik bir İngiliz köyünü yeniden yaratmayı planlıyorlar. start learning
|
|
They plan to recreate a typical English village in Japan.
|
|
|
gözden geçirmek, yeniden incelemek, tekrarlamak (ders) Bay Camden, ifadenizi gözden geçirmek ister misiniz? start learning
|
|
You want to revise your statement, Mr. Camden?
|
|
|
ilişkisi/bağlantısı olmak; bağlantılı/biribirine ilişkin olmak, bağlantı kurmak, ilişkisini göstermek, ilintilemek, ilişikilendirmek, ilişkili/ilgili/bağlantılı/ilintili olmak *Hızlı tepkiler, yüksek zeka ile ilişkilidir. Soruya verilen bu yanıt, yaş veya cinsiyet ile önemli ölçüde ilişkili değildi. start learning
|
|
be correlated with st *Quick reactions are correlated with high intelligence. This response to the question did not correlate significantly with age or gender.
|
|
|
araştırmak, incelemek, tetkik etmek araştırma, inceleme, tetkik Nadir bir Afrika lehçesini araştırmak için birkaç yıl geçirdi. start learning
|
|
He spent several years researching a rare African dialect.
|
|
|
kısıntı yapmak, durdurmak, azaltmak, kısmak, sınırlamak kesmek, düşürmek •Yeni yasa, polisin yetkilerini kısıtlayacak. •Bütçe kesintileri, eğitim programlarını büyük ölçüde kısalttı. start learning
|
|
•The new law will curtail police powers. •Budget cuts have drastically curtailed training programs.
|
|
|
dalgalanmak, inip çıkmak, kararsız olmak, değişmek, değişimi sürdürmek yükselip alçalmak, düzensiz hareket etmek Petrol fiyatları son haftalarda çılgınca dalgalandı. start learning
|
|
Oil prices have fluctuated wildly in recent weeks.
|
|
|
•etkileşmek, birbirini etkilemek •anlaşmak, işbirliği etmek, uyuşum sağlamak karşılıklı etkilemek •Bu kimyasalların nasıl etkileşim kurduğuna bakıyoruz. •Okulda, öğretmenler diğer öğrencilerle iyi etkileşim kurduğunu söylüyor. start learning
|
|
•We are looking at how these chemicals interact. •At school, teachers say he interacted well with other students.
|
|
|
•kendini/hayatını bir şeye adamak •bir şeyi birine ithaf etmek bir şeyi birine ithaf etmek •Hayatını başkalarına yardım etmeye adamıştır. •Bu kitap kızıma ithaf edilmiştir. start learning
|
|
dedicate sth to sb •She has dedicated her life to helping others. •This book is dedicated to my daughter.
|
|
|
görevlendirmek, görev vermek, atamak, tahsis etmek, havale etmek birini bir şeye görevlendirmek •Dava en kıdemli memurumuza verilmiştir. •Bu davaya hangi polis memuru atandı? start learning
|
|
assign sb to sth •The case has been assigned to our most senior officer. •Which police officer has been assigned to this case?
|
|
|
•bütünleşmek, kaynaşmak, karışmak •bütünleştirmek, birleştirmek; entegre etmek integralini almak Birkaç haftalık eğitimden sonra takımla tamamen bütünleşti/kaynaştı. •İki okulu entegre etme/birleştirme planları var. start learning
|
|
•After a few weeks of training he was fully integrated into the team. •There are plans to integrate the two schools.
|
|
|
•çelişmek, aykırı olmak, uyuşmamak, tezat yaratmak •karşı çıkmak, aksini iddia etmek yalancı çıkarmak, yadsımak Kazayla ilgili açıklaması resmi hükümet raporuyla çelişiyor. start learning
|
|
His account of the accident contradicts the official government report.
|
|
|
•tahliye etmek •(sıvı, gaz) bırakmak, salmak, çıkarmak, akıtmak (hastane, hapishane, askerlik) taburcu etmek; tahliye etmek/serbest bırakmak; terhis etmek •Sen tahliye ediliyorsun. •Dün ordudan terhis edildi. start learning
|
|
•You’re being discharged. •She was discharged from the army yesterday.
|
|
|
•ahlakını bozmak, ahlakı bozulmak, yoldan çık(arıl) mak, baştan çık(ar)mak •bilgisaya(rı) çök(ert)mek, bilgiyi yok etmek, zarar vermek ahlaksız, namussuz, cibiliyetsiz, hayasız, yasadışı Güç ve para yüzünden yozlaştı. start learning
|
|
He became corrupted by power and money.
|
|
|
ihbar etmek, kınamak, jurnal etmek, alenen kınamak, suçlamak açıkça suçlamak Terörist olmakla suçlandılar. start learning
|
|
They've been denounced as terrorists.
|
|
|
•gemiye/tekneye/uçağa binmek •atılmak, başlamak, girişmek yeni/önemli bir şeyi başlatmak; girişimde bulunmak, (deyim) kolları sıvamak •Napoli'ye başladık. •Yeni bir kariyere başlamak için asla çok yaşlı değilsiniz. start learning
|
|
embark on/upon sth •We embarked at Naples. •You're never too old to embark on a new career.
|
|
|
•teşvik etmek, gayretlendirmek •(çocuğu) öz babası gibi beslemek, büyütmek (fikir, durum, his) gelişmesine yardımcı olmak İnternetin büyümesi, dünya çapında ekonomik kalkınmayı destekleyebilir. start learning
|
|
The growth of the Internet could foster economic development worldwide.
|
|
|
•geri almak, geri istemek •tarıma elverişli/kullanışlı/kullanıma uygun hâle getirmek; toprağı ıslah etmek, geri kazanmak, iyileştirmek Vergiyi havaalanında geri alabilirsiniz. start learning
|
|
You can reclaim the tax at the airport.
|
|
|
•göze almak, riske etmek, tehlikeye atılmak, riske girmek •her şeye rağmen söylemek, cüret gösterip ifade etmek riskli/tehlikeli/ne olacağı belli olmayan iş/girişim •Kar durursa dışarı çıkabilirim/göze alabilirim. •Bir fikre girmeye cesaret edemedim. start learning
|
|
venture into/out/outside •If the snow stops I might venture out. •I didn't dare venture an opinion.
|
|
|
•yabancılaştırmak, soğutmak, uzaklaştırmak, başkalaştırmak, aralarını açmak, uzak durmasını sağlamak •başka olduğuna ve bir gruba ait olmadıklarına birini ikna etmek, inandırmak •Hükümetin yorumları birçok öğretmeni yabancılaştırdı. •Anlaşmazlıklar gençleri ailelerinden uzaklaştırabilir. start learning
|
|
•The government's comments have alienated many teachers. •Disagreements can alienate teenagers from their families.
|
|
|
kastetmek, taş atmak, ima etmek, dokundurmak, çekicilik, anmak, kısa veya dolaylı bir şekilde birinden veya bir şeyden bahsetmek için Yeni bilgisayarlarla ilgili sorunlardan bahsetti. start learning
|
|
allude to someone/something He alluded to problems with the new computers.
|
|
|
•karşı koymak, kötü etkisini azaltmak, etkisizleştirmek •karşılık vermek, mukabelede bulunmak tezgah, sayaç, karşılık, banko •Bu cilt kremi, güneş hasarının etkilerine karşı koyduğunu iddia ediyor. •"Elbette onu seviyorum," diye karşılık verdi Clare. start learning
|
|
•This skin cream claims to counter the effects of sun damage. •"Of course I love him," Clare countered.
|
|
|
engel olmak, boşa çıkarmak, işini bozmak, kösteklemek İstediklerini elde edemedikleri için birini rahatsız veya daha az güvende hissettirmek, sinirlerini bozmak, önlemek, hayal kırıklığına uğratmak Fikirlerimi uygulamaya koyamamak beni sinirlendiriyor. start learning
|
|
It frustrates me that I'm not able to put any of my ideas into practice.
|
|
|
Pastör bakteri ile deney yaptı. start learning
|
|
Pasteur experimented with bacteria.
|
|
|
yetki vermek, güçlendirmek, izin vermek, müsaade etmek birine resmi yetki veya bir şey yapma özgürlüğü vermek İnsanları güçlendirmek istiyorum. start learning
|
|
I want to empower the people.
|
|
|
sulamak (toprağı), sulama yapmak tarlayı/toprağı sulamak Bu su, kurak mevsimde çiftlikleri sulamak için kullanılacak. start learning
|
|
This water will be used to irrigate farms during the dry season.
|
|
|
varsaymak, dikkate almak, bir şekilde yargılamak, saymak, addetmek farz etmek, kıyas etmek, sanmak, saymak, zannetmek Kitap, çocuklar için uygun görülmedi/sayılmadı. start learning
|
|
The book was deemed to be unsuitable for children.
|
|
|
nefes vermek, oh/iç çekmek, nefes alıp vermek •Derin bir nefes alın, ardından yavaşça nefes verin. •Miguel, Spider'ın samimi olduğunu hissederek içini çekti. start learning
|
|
Take a deep breath, then exhale slowly. •Miguel exhaled, feeling like Spider was being sincere.
|
|
|
(sırrını) -e söylemek, sırrını açmak Ona sır vermek için erkek kardeşine yeterince güvenmiyordu. start learning
|
|
He didn't trust his brother enough to confide in him.
|
|
|
çıkarmak, (hesaptan) düşme/düşürme, indirmek, azaltmak azaltmak, (askeri) sonuç çıkarmak Şirket, kazancınızdan vergiyi düşecektir. start learning
|
|
The company will deduct tax from your earnings.
|
|
|
-i hedef almak, -i amaçlamak hedef, gaye, maksat Enerji içeceğinin reklamı özellikle gençleri hedef almaktadır. start learning
|
|
The advert for the energy drink is targeted specifically at young people.
|
|
|
-e ait olmak; ile ilgili olmak, -ilişkin olmak uygun olmak, dair almak Yüksek teknoloji endüstrileriyle ilgili düzenlemeler start learning
|
|
Regulations pertaining to high-tech industries
|
|
|
umudunu kesmek, ümidini yitirmek, umutsuzluğa düşmek çaresizlik, umutsuzluk Hiç kurtarılamamaktan umutsuzluğa kapılmaya başladılar. Umutsuzluğa kapılmayın! Bir çıkış yolu bulacağız!. Bu hükümetin politikaları konusunda umutsuzluğa kapılıyorum. start learning
|
|
They began to despair of ever being rescued. Don't despair! We'll find a way out! I despair at/over the policies of this government.
|
|
|
uyarlamak, adapte olmak, uymak, intibak etmek, alıntı yapmak start learning
|
|
|
|
|
savunmak, müdafaa etmek, sahip çıkmak, savuncu, avukat O, sınıf ayrımlarının kaldırılmasını savundu. start learning
|
|
verb [T ] He advocated abolishing class distinctions.
|
|
|
ayırmak, bölüştürmek, paylaştırmak, tahsis etmek, *vakit/zaman ayırmak Araştırma amaçları için bir oda ayırın. start learning
|
|
Allocate a room for research purposes.
|
|
|
pusuya düşürmek, pusu, *pusu(ya) yat(kur)mak Onlar düşmanı pusuya düşürdü. start learning
|
|
*lay in an ambush / to be in ambush
|
|
|
saldırmak, saldırı, taarruz, baskın yapmak, tecavüz start learning
|
|
Where did you assault them?
|
|
|
ileri sürmek, iddia etmek, öne sürmek, savunmak, belirtmek O, haklı olduğunu iddia etti. start learning
|
|
She asserted that she was right.
|
|
|
garanti etmek/vermek, ikna etmek, temin etmek(güvence), kesinleştirmek Tom işbirliği yapacağına dair bize güvence verdi. start learning
|
|
can assure you of his reliability.
|
|
|
arttırmak, çoğaltmak artırmak, Gelirini artırmak için iş bulmak zorunda kalacaktı. start learning
|
|
He would have to find work to augment his income.
|
|
|
şaşırtmak, hayret ettirmek, kafasını karıştırmak, boşa çıkarmak, engel olmak Onun hafızası beni şaşırtıyor. start learning
|
|
|
|
|
iflas etmek, iflas etmiş kimse, müflis, batmış, iflas start learning
|
|
The company went bankrupt.
|
|
|